Ataköy: +90 212 661 66 11 Oyak Ayazağa: +90 212 283 28 30 Ataşehir: +90 216 455 69 69 5.Levent: +90 212 221 71 71
Size bu bölümde, sahillerimize ve turistik beldelerimize biraz uzak olduğu için fazla tanınmayan ve hak ettiği ilgiyi, desteği görmeyen, fakat benim en sevdiğim antik kent olan Afrodisias’ı tanıtmak istiyorum. Aydın – Denizli yolunda, Nazilli’yi geçtikten bir süre sonra, güneye saptığınızda, yemyeşil bir doğa ile bezenmiş yarım saatlik güzel ve keyifli bir yol kat ederek, bu tarih hazinesine ulaşıyorsunuz.
Kısa tarihçe :
Sit alanında bulunmuş olan ve günümüzde müzede sergilenen bazı eserlerden hareketle, Afrodisias’taki ilk yerleşimin Kalkolitik çağda (M.Ö. 5000) oluştuğunu söyleyebiliriz. M.Ö. ikinci bin yılda, Mezopotamya’dan gelen Ninova Asurluları tarafından önemli bir merkez haline getirildiği ve bu dönemde adının Ninoe olduğu düşünülüyor.
Fakat Anadolu’daki antik kentlerin çok büyük bir bölümü gibi, Afrodisias’ın da Greko-Romen bir kimliği olduğunu belirtmek gerekir. Helenistik çağda burada gelişen (aşk ve güzellik tanrıçası) Afrodit (Romalılarda; Venüs) kültü ile Afrodisias adını alan bu şehir, Roma döneminde “Tüm Asya’dan kendime bu kenti seçtim” diyen İmparator Augustus’un koruması altına girdikten sonra hızla gelişti ve çok önemli bir güzel sanatlar ve kültür merkezi oldu.
Burada bulunan ünlü heykelcilik okulu, 600 yıl boyunca nice sanatçılara kapılarını açtı, Afrodisias' ın yüksek kalitedeki krem beyazı mermerinden, nice eserler, anıtlar yaratıldı. Şehir özellikle M. S. birinci ve ikinci yüzyıllarda muhteşem mimari eserler ve heykellerle donatıldı.
3. yüzyılda Romalıların Karya (Güney Ege) eyaletinin başkenti olduktan sonra, 4. yüzyılda Hristiyanlığın kabulü ile birlikte önemli bir piskoposluk merkezi oldu, Afrodit tapınağı bazilikaya çevrildi ve kent Stavropolis (Haç Şehri) adını aldı.
Ne yazık ki tüm antik kentlerin olduğu gibi, bu kentin kaderinde de aynı düşman vardı: Deprem… 4. ve özellikle 7. Yüzyıllardaki depremler nedeniyle kent her şeyini kaybetti, küçük bir köy haline geldi ve Bizans’tan sonraki, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de bir daha asla eski güzel günlerini göremedi. Cumhuriyet döneminde, adını Karya’dan alan Geyre köyü olarak mütevazı yaşamını sürdürdü.
1960 yılında Geyre köyü, arkeolojik sahanın dışına, bugün bulunduğu yere nakledildi ve New York Üniversitesi, Klasik Çağ Profesörü Kenan Erim’in öncülüğünde 1961 yılında kazılara başlandı. 30 yıl boyunca verdiği inanılmaz emekle, Afrodisias’ın ne muhteşem bir antik kent olduğunu tüm dünyaya duyuran Kenan Erim’in 1990’daki erken ölümü herkese büyük bir şok yaşattı. Fakat O’nun, bu antik kentin her taşında sonsuza dek yaşayacağını tüm arkeoloji dostları, hepimiz çok iyi biliyoruz.
Afrodisias’ı geziyoruz :
Müze ziyaretini antik kent gezisinin sonrasına bırakacağımız için, müze binasının önünden geçiyoruz. Benim her zaman tercih ettiğim yol, geziyi muhteşem Tiyatro ile bitirmek olduğu için, Tetrapylon yönünde ilerliyoruz.
Tetrapylon; Tetra (dört) ve pylon (kapı) kelimelerinden ve dört sıra halinde dörder sütundan oluşan muhteşem anıtsal kapı… Kelimeler kifayetsiz, görmek gerekir. Roma döneminin, tarihin hiçbir döneminde olmayan o zarafeti ve ihtişamı burada, her yönü ile çok net ortaya çıkıyor. Ve elbette burayı terk etmeden, Afrodisias’taki neredeyse tüm yapıları olduğu gibi, Tetrapylon’u da ayağa kaldıran, fakat bu güzel eserin tüm Türkiye’de konuşulan açılışından çok kısa bir süre sonra vefat eden ( 3 Kasım 1990 ) Kenan Erim Hoca’mızın hemen oradaki mezarına bir saygı duruşunda bulunuyoruz.
Tarlaların içinden yürüyerek bir süre sonra stada varıyoruz ve şaşkınlıktan küçük dilimizi yutuyoruz! Gerçekten de, bakir bir doğanın ortasındaki, 262 m. boy, 59 m. en ölçülerindeki bu 20.000 (?) kişilik stat, büyüklüğü ve kusursuz mimari yapısı ile nefes kesiyor. Bir süreliğine Roma dönemine gidiyor ve orada yapılan sportif yarışmaları tahayyül etmeye çalışıyoruz.
Bir sonraki durağımız, Afrodit tapınağı… Birinci yüzyılda yapılmış olan tapınak, Hristiyanlık döneminde bazilikaya dönüştürülürken, karakterini önemli ölçüde kaybetmiştir fakat yine de gösterişli sütunları ile son derece etkileyici bir görünüşe sahiptir.
Tapınağın çok yakınında, bence Anadolu’da en sağlam kalmış antik yapılardan biri olan Odeon bulunuyor. 1962 yılına kadar toprak altında bulunan, dolayısı ile her türlü aşınma ve yıpranmadan kendini korumuş olan bu küçük, muhteşem tiyatro, kimi zaman şehrin yönetimi için bir meclis, kimi zaman da bir konser salonu olarak kullanılmıştır. Özellikle sıra başlarında, ilk günkü halleri ile duran aslan ayakları çok etkileyici…
İmparator Hadrianus’un (M.S. 117-138) adını taşıyan Roma Hamamlarından geçerek, yavaşça Afrodisias’ın Akropol’üne tırmanıyoruz. Yukarıdan kente baktığımızda gördüğümüz manzara (doğa + tarih) gerçekten soluk kesici…
Akropol’de biraz daha yürüyerek arka yamaçtan aşağıya doğru baktığımızda bizi yine bir sürpriz bekliyor: Büyük Tiyatro… İnanması güç fakat 1971 yılına kadar O da, toprağın altında, Akropol adını verdiğimiz tepenin içinde uyuyordu. Üstelik o tepenin üzerinde, Geyre köyünün evlerinin önemli bir bölümü bulunuyor, köylüler, altlarındaki bu hazinenin farkında olmadan yaşayıp, gidiyorlardı. Ne zaman ki köylüler “Yeni Geyre”ye taşındı, daha sonra o evlerin hepsi yıkıldı, toprak kazıldı ve bu inanılmaz güzellikteki 15.000 kişilik Tiyatro dünya kültürüne kazandırıldı. Başta Kenan Erim Hoca olmak üzere, emeği geçen herkese binlerce teşekkür…
Artık Akropol’den inerek, müzeye girebilir ve 600 yıl boyunca dünyanın en önemli heykeltıraşlık okullarından olan Afrodisias’ın ustalarının yaptığı mükemmel eserleri görmeye başlayabiliriz. Umarım bir gün bu küçük müze büyültülür ve bulunmuş olan fakat yersizlik nedeni ile depolarda bekletilen daha binlerce eseri herkesin görme imkanı olur…
Bu dünya mirası zenginliğin tekrar günyüzüne çıkması ve geniş kitlelere tanıtılması yolunda büyük emek, zaman ve para harcayan, nitelikli tarih dostları tarafından kurulmuş olan Geyre Vakfı'na da çok teşekkür ediyoruz. Ülkemizde bulunan tüm kültürel hazinelerin, bir gün hakettikleri ilgi ve desteği görmeleri dileği ile…
M. Tunca Tüzün